Normal şartlarda oldukça rüzgâr alan sahile kamp kuracağımıza alınan ani kararla daha kuytuya çadır kurmamızın sayesinde gece deliksiz derin bir uyku çektikten sonra sabah 07.00 sularında uyandık.
Bugün kahvaltımızı kamp alanında yapacağımız için telaşsız bir şekilde hareket saatine kadar huzur içinde kahvaltımızı yaparak yolculuğa hazırlandık.
Normal şartlarda hizmete kapalı olan ama ABAK gönüllülerinin üstün gayretleri neticesinde özel olarak kullanımımıza tahsis edilen Davut Baba kampını terk etmeden evvel her zaman olduğu gibi hazırlıklarını tamamlayan gönüllülerin yardımı ile kullandığımız masa sandalye el birliği ile yerlerine taşındı.
08.30 sularında Urla istikametinde yaptığımız hareketin ardından kamp alanına oldukça yakın olan Az bilinen antik kentler turunun sembolü niteliğindeki İskender Köprüsünde toplu fotoğraf çekiniyoruz.
Ardından Urla istikametine devam ederek sahile doğru yönelerek iskele kenti halkı anlamına gelen Klazomenia antik kentine geliyoruz.
Burada hem zaman kazanmak hem de izdihamın önüne geçmek için iki farklı gruba ayrılarak dönüşümlü olarak Klazomenia Antik KentiZeytin Yağ İşliği ve 360 derece antik gemi yapım atölyesini geziyoruz.
Şimdilerde sakin sayfiye yeri görünümünde olan kent bir zamanlar dünyanın en eski limanı ve zeytin işliği ile önemli üretim merkezi ve Anadolu’nun batıya açılan kapılarından biriymiş.
M.Ö. 4000 yıllarında buradaki halkın atölyeler kurarak şarap, parfüm ve dokumacılık alanında uzmanlaştığı bilinmekte.
Burada bulunan dünyanın en eski zeytinyağı işliğinde zeytin kırma değirmeninde kullanılan teknoloji ve bilimin ulaştığı düzey belirgin bir şekilde görünmekte.
İşte antik çağlarda bu kenti diğer kentler arasından sıyrılarak fark yaratmasını saylayanda tam olarak bu şimdilerde pek önemsenmeyen “Üretim ve Bilim.”
Hayalden başka bir şey pazarlamayan ve var olan petrol gibi kaynakları tüketerek hep hazır yiyerek üretim nedir bilmeyen Arapları örnek alacağımıza, üretimde, teknolojide çığır açan Yunanları örnek alsaydık kim bilir beklide çoktan fezaya çıkmıştık.
Ardından diğer grup ile yer değişerek Uluburun batığının bire bir kopyasının yapılmış olduğu 360 derece antik gemi yapım atölyesine geçiyoruz.
Burada antik çağlarda farklı teknikler kullanılarak yapılmış kayıklar, savaş, ticaret gemilerinin bire bir örnekleri gerçekten ilgi çekici.
Ayrıca tarih boyunca bir kültür merkezi olan belde Necati Cumalı, Tanju Okan, Yorgo Seferis gibi sayısız sanatçıya ev sahipliği yapmıştır. Bizde zamanımız elverdiğince sırasıyla kendilerini adlarının yaşatıldığı parklar, evler ve müzelerde yad ediyoruz.
Benim fazla ayrıntıya girmediğim konuları Urimbaba’nın daha önce yazdığı ayrıntılı yazıda okuyabilirsiniz.
Yine dönüşümlü olarak Önce biz Nobel ödüllü yazar Yorgo Seferis’in müze olarak kullanılan evine geliyoruz.
Bir diğer grupta aynı anda Tanju Okan parkını ziyaret ediyor.
Bu kadar gezmeden sonra insan haliyle acıkıyor neyse ki imdadımıza öğle yemeği olarak dağıtılan balık ekmek yetişiyor. Balık ekmekleri Urla limanı karantina adası ve Limantepe manzarasıyla mideye indiriyoruz. Herkese afiyet olsun.
Öğle yemeğinden sonra karnımız tok, sırtımız pek bir şekilde Urla İskele’den ayrılarak Urla ilçe merkezine doğru yol aldık. Şehir merkezinde yine gruplar halinde kültür turumuza devam ettik.
Tabi gruptan kopanlarda olmadı değil. 🙂 Biz dünden kalan kötü alışkanlığımızı sürdürürken bu durumumuz acar muhabir Gürel’in objektifinden kaçmadı.
Son olarak Necati Cumalı’nın evini Hülya hanımın güzel sunumu ve rehberliğinde gezerek Urla’daki kültür gezimizi noktalandırarak Sığacık yönüne toplu halde hareket ettik.
Kuşçular civarında anayoldan ayrılarak Azmak koyuna doğru enginar tarlaları arasında ilerleyen hafif eğimli sakin yolda ilerledik.
Tabi sakin dediğime bakmayın, o kadar da sakin değildi. Arada sırada geçen civarda yapımı devam eden rüzgâr tribünlerine malzeme taşıyan kamyonlar zor anlar yaşatmadı değil.
”-Kaç, Urimbaba kaç! Geliyor…”
Azmak koyuna geldikten sonra üstünde rüzgâr tribünleri bulunan tepenin etrafından dolaşarak Sığacık’a doğru ilerledik.
Sığacık limanına geldiğimizde bizi Sığacık kalesi karşıladı.
Kalenin geçmişi Selçuklular Dönemi’ne kadar uzanmakta. Bölgenin jeolojik yapısı nedeniyle şiddetli depremlerle harap olan kale, önce Aydınoğulları Beyliği daha sonra da Osmanlı Dönemi’nde tamir görmüş.
16. yüzyılda stratejik konumundan dolayı Rodos Seferine hazırlanan Piri Reis’in önerisi üzerine Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Teos antik kentinin taşları kullanılarak son halini almış.
Teos antik kenti bir yarımadanın üzerine kurulu olduğundan üç tarafı sularla çevrili, bu limanın (Kuzey) haricinde birde güneyde olmak üzere iki limanı var. Gemiler Poseidon ve oğlu Aiolos’un keyfine (rüzgârın yönüne) göre bunlardan birini kullanıyormuş.
Kuzey limanından günümüze pek bir kalıntı kalmamış ise de güney liman, tüm Anadolu sahillerindeki en iyi korunmuş liman iskelesine sahiptir.
Denizcilik için çok elverişli olan kent, antik çağda İon birliğinin en zengin kentlerinden biriymiş. Teos’ta denizciliğin yanı sıra bağcılık, dokumacılık ve taş işçiliği çok gelişmiş.
Kente çok yakın bir noktada Karagöl etrafında antik taş ocakları bulunuyor. Buradan çıkarılan taşlar ve üretilen ürünlerle bu limanlar kullanılarak Akdeniz’in dört bir yanına ihraç ediliyormuş.
Liman yakınındaki bir Kafe’de dağıtılan gıda takviyesini mideye indirip bir süre dinlendikten sonra zeytin ağaçları arasında Teos antik kentine kaçak giriş yaptık. 🙂
Önce M.Ö. 2. yüzyılda yapılmış Tiyatroyu ziyaret ettik.
Tiyatro ziyaretimiz esnasından nerden geldiği belli olmayan bir anons geldi, sanırım göktendi.
“Tanrılar kurban, Türk hava kurumu da kurban derisi” istiyordu.
Şimdiye kadar insanoğlu milyonlarca küçük ve büyük baş kurban edilmiş olmasına karşın tanrılara bir türlü sesini duyuramamıştı. O zaman başka bir şey istiyor olabilirlerdi.
— Daha değişik bir şey? Daha değişik bir şey? Ama ne?
— Tamam, şimdi buldum. Enes, Enes, Enes!
Yüzyıllardır çaresizce yakaran insanoğlunun sesini duymayan tanrılara Canavar gibi bir kurban sunduk.
Diğer tanrılar bizi duydu mu bilmiyorum ama Doğa, şarap ve neşe tanrısı Dionysos’un bizim neşe dolu kahkahalarımızı duyduğuna eminim.
Daha sonra Anadolu’da ‘ölmez ağaç’ diye adlandırılan zeytin ağaçlarından biri olan 2000 yaşındaki anıt zeytin ağacını ziyaret ettik. Bu ağaçtan üretilen zeytinyağı turu yaptığımız tarihlerde 2400 liralık litre fiyatı ile basına da konu olmuştu.
İlerleyen günlerde birkaç yerde bu haberi okuyan köylüler arasında ağacın maddi getirisinin önemli oranda tartışma konusu olduğuna şahit oldum. Geçtiğimiz yıllarda kesilen zeytin ağaçları da aynı şekilde sohbetlerine konu oldu mu acaba.
Yüzlerce yıldır lezzeti, şifayı, barışı ve zaferi simgeleyen bu ağaçların üç beş kuruş daha fazla getiri için kesip atılmamalarını umut ediyorum.
Son olarak Antik dünyanın Doğa, şarap ve neşe tanrısına adanmış en büyük kutsal yapı Teos’taki Dionysos tapınağını ziyaret ettik.
Teos’ta Dionysos’a gösterilen büyük saygı kentin itibarını büyük oranda arttırmış. Kent bu nedenle, bütün yunan dünyasında düzenlenen tiyatro ve müzik şenliklerine paralı sanatçılar sağlayan Dionysos Sanatçılar Birliğinin batı Anadolu kolu merkezi seçilmiş. Gerçi daha sonraları kentte huzursuzluk kaynağı olarak görülen bu topluluk önce Ephesos’a (Selçuk), ardından Myonnessos’a (Doğanbey / Çıfıtkale), son olarak da Lebedos’a (Ürkmez) gönderilmiştir.
Antik kent ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için Teosarkeoloji.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
Akşamüstü 18.00 civarında antik kent gezimizi sonlandırarak Akkum plajındaki kamp alanına doğru yola çıktık.
Kamp alanına geldikten sonra herkes çadırlarını kurdu. Akşam yemeği saatine kadar dileyen denize girdi dileyense sağda solda oyalandı.
Yemeğin ardından gelenek bozulmadı ve her zaman olduğu gibi Abak ateşi yakıldı. Herkes kamp ateşinin başında sohbet muhabbet içindeyken ben 21.30 civarında usulca aralarından ayrılıp yatıp uyumayı seçtim.
Bugünde böyle geçti.