Akşam sığınırken terk edilmiş olduğunu düşündüğümüz barakanın içinde sabah çadırlarımızın fermuarlarını açtığımızda bizi burasının sahibinin iki tane şirin çocuğu karşıladı.
Onlar bizi, biz onları ilk gördüğümüzde bir hayli şaşırdık. Ama çocuklar daha şaşkındı. Kısacık hayatları boyunca beklide daha önce hiç görmedikleri iki tane çadırın içinden iki tane saç sakal içinde kişiçıkmıştı.
Kim bilir bizim hakkımızda ne düşünüyorlardı. Bu gördükleri kişiler erkek olsa uzun saçları vardı, kadın olsa sakalları vardı. Elbette bizde oldukça şaşkındık keşke o anda kendimizi toparlayıp çocukların bizi ilk gördüklerindeki şaşkınlıklarını bir kare fotoğraf ile kaydedebilmiş olsaydık.
Alelacele toparlanıp masa sandalyeler için yer açtıktan sonra ev sahibimizin demlediği çay ile birlikte kahvaltı yaparken bir yandan da yolumuzun üstünde bulunan Kuş yuvası adı verilen geçit hakkında hikâyelere kulak veriyorduk. Kuş yuvası ismi bile ilk etapta ne kadar sarp ve tehlikeli bir yer olduğunu düşündürüyordu insana.
Söylenen o ki Türkiye’nin belli başlı tehlikeli yollarından birinde yolculuk ediyormuşuz. Her yıl en az on kişi yukarıdan kaya düşmesi ve uçurumdan aşağı yuvarlanma sebebiyle burada hayatını kaybediyormuş.
Bu derme çatma baraka ve hemen yanımızdaki konteynırın sahibi, eşi ve iki çocuğu ile birlikte yoldan gelip geçerken gelen misafirlerine gözleme, çay ve yetiştirdikleri meyveleri satarak alın teri ile rızklarını kazanmaya çabalıyordu.
Hazırlıklarımız tamamlayıp yola çıkmadan evvel koca yürekli insan Urimbaba izinsiz işgal ettiğimiz bu yerin sahibine verdiğimiz rahatsızlık için özür dilercesine çocuklara bir şeyler alırsın bahanesiyle bir miktar para verdi. Şahsen bunu ben pek akıl edemedim sanırım Urimbaba’dan daha öğrenecek çok şeyim var.
Yolculuğumuzun ilk başlarında anlatılan hikâyelerin biraz abartılmış olduğunu düşünürken ilerleyen zamanlarda haklılık payının olduğunu bizzat gözlerimle gördüm. Karşıda gördüğüm manzara karşısında korkmamak zaten mümkün değildi.
Dik kayalıklar ve derin uçurumlar arasında ilerleyen yolda seyir halindeyken ne yolun solundaki uçuruma nede yolun sağında giderek kayalıklara yakın olmama gayreti içinde yolu ortalayarak devam ediyorduk.
Kelimeler olayın vahametini anlatmakta aciz kalırken, fotoğrafların bile ne kadar gerçeği yansıtıp yansıtmadığı tartışılır. Umarım bu kareler atlattığımız tehlikeler hakkında fikir sahibi olmanıza yardımcı olurlar.
Bu yolda bir anlık dikkatsizlik sonucunda yüzlerce metrelik uçurumdan aşağı düşmek, bizim için mutlak bir ölüm demek.
Neyse ki yol genişletme ve tünel çalışmaları devam ediyor da bu tehlikeler azaltılmaya çalışılıyor. Maalesef etraftaki ağaçlarda kaçınılmaz olarak bundan nasibini almakta.
Kelle koltukta yolculuğumuzu bir süre daha böyle devam ettikten sonra çok şükür yapımı tamamlanmış tünelin hizmete açılmış olması sebebiyle bu tehlikeli yoldan devam etme zorunluluğumuz ortadan kalkıyor. Bu kadar ecel teri bize yeter.
Ucu bucağı belli olmayan tünel içinde seyrek olarak araç geçtiği zaman duyduğum motor gürültüsü yankılanarak oluşturduğu uğultuyken, araç olmadığında ölüm sessizliği içinde duyduğum kalp atışım ve nefes alıp verişimdi. Birde fon müziği olarak mp3çalarımda çalan içinde bulunduğumuz atmosfere son derece uygun olan Judas Priest – Hellrider.
Tünelin ortalarında yanımdan geçen aracın egzozunun patlama sesiyle, alarm seslerinin birbirine karıştığı dakikalar son derece kokutucu kıyamet temalı filmden bir sahne gibiydi.
Bu korku dolu dakikalar sonunda tünelin sonundaki ışığa ulaşmanın mutluluğu anlatılamaz.
Tünel çıkışında bizim aksi yönümüzde ilerlerken ışık tertibatını ayarlayarak tünele girmeye hazırlanan ilk bakışta ecnebi olduklarınıanladığım bisikletlilerle karşılaştık. Nedense onları gördüğüme hiç şaşırmadım. Beni asıl şaşırtan düz yollarda görmeye alıştığım yerli bisikletlilerin bu dağ başında görmek olurdu. Genellikle umulmadık yerlerde umulmadık memleketten insanlarla karşılaştığımdan bu durumu hiç yadırgamadım.
Bizdekilerin pek çoğu gezmeden seyyah, bilmeden âlim olduğundan burada ne işleri olurdu.
El âlem; pek çok marka saplantılı yerli bisikletli gezginin fiyakalı bisikletlerine nazaran oldukça mütevazı sayılabilecek, kimilerinin hurda diye nitelendirebileceği bisikletlerle geziyordu.
Vallahi helal olsun.
Sanırım marka ve model fetişizmi sadece bizimkilerde var.
Üzerlerindeki kıyafetlere baktığın zaman yine bizim gösteriş budalası forma manyaklarının aksine fiyaka ve gösterişten oldukça uzaktılar.
Beklide bu Avrupa denen yerde yaşayan zavallı fakirler; bizimkilerin albeni ve cakasına erişemediklerinden sanıldığı kadar zengin değiller.Yâda kim bilir bu Avrupalılar geldikleri bu üçüncü dünya ülkesine uyum sağlamak ve göze batmamak için yerel halkın kılık kıyafetine uygun giyinme gayretindedirler.
Koca dağları delik deşik etmenin gururu içindeki dev iş makinelerinin yanından stabilize yoldan asfalt yola doğru inişe geçtik. Bizde koca dağları aştığımız için en az onun kadar gururluyduk.
Artık dağları aştığımız için dik kayalıklar ve derin uçurumlar geride kalmış bu tarafta her yer bahar çiçeklerinin açtığı cennet bahçesigibiydi.
Her zaman olduğu gibi rampa yukarı geride kalan Urimbaba’yı bayır aşağı giderken tutabilene aşk olsun. O koptu gitti, ben hızımı sınırlayarak zaman zamanda durup fotoğraf çekerek peşinden devam ettim.
Bu iniş Karapınaryakınlarında akan Ermenek çayının kıyısına kadar ortamla 10 kilometre kadar sürdü.
Ermenek çayının kıyısına geldiğimizde, dağların arasında akan çayın akış yönünün ters istikametinde vadi boyunca doyumsuz manzara eşliğinde 12–13 kilometre pedal çevirdik.
Bu esnada saat 12.00 civarında oldukça acıktığımızdan Ermenek çayı ile daha küçük bir kolunun birleştiği Çayarası denen mevkide karşısına HES yapılmadan önce çok daha güzel bir manzaraya sahip olduğunu düşündüğüm bir restoranda mola vererek birer porsiyon balık yiyerek karnımızı doyurduk
Her zaman olduğu gibi doğanın bize sunduğu su kaynaklarından istifade etmeyi de ihmal etmedik.
“Daha gidilecek çok yol, içilecek çok su var.”
Akarsu boyunca kurulmuş HESlerde suyun şiddetini düzenlemek için regülâtörler olmasına rağmen mevsim sebebiyle çay son derece gür akmakta.
AlanyaKonya arasındaki yol üzerinde Ermenek’e doğru giden yolun bulunduğu yol ayrımına geldiğimizde saat 14.00 olmak üzereydi.
Gideceğimiz yolun ilerleyen bölümlerine baktığımızda oldukça dik rampaların bizi beklediğini gördük. Havanında sıcak olmasını göz önüne alarak bizi bekleyen zorlu tırmanış öncesi biraz serinlemek maksadıyla Ermenek çayının buz gibi sularına girmeye karar verdik. Su o kadar soğuktu ki ancak içinde birkaç dakika durabildim.
Yaklaşık 2 saatlik tırmanışın ardından önümüzde engel teşkil eden tepeyi aşabildik.
Tepe noktaya çıktıktan sonra Antalya il sınırlarını ardımızda bırakarak Karaman il sınırlarına girdik.
İllerin plaka numaralarına atıfta bulunan Urimbaba’nın deyişiyle 7’den 70’e geçtik.
Görece olarak iç Anadolu bölgesine girdiğimizden hali ile bitki yapısı ve coğrafi şekiller değişiklik göstermeye başladı.
Taşkent-Ermenek yoluna çıkmadan evvel etrafında bol miktarda kavak ağacının bulunduğu Civandere köyünde köylü ile sohbet edip çay içtiğimiz kısa bir mola verdik.
Urimbaba ve ben Balkan kökenli olduğumuzdan evvel zaman içinde Osmanlı için tehdit oluşturanKaraman ve Konya civarından halkın balkanlara yerleştirildiğini hatırlatarak, dolaylı olarak bizimde Karamanlı olduğumuzu, şakayla karışık dedelerimizin memleketini görmeye geldiğimizi dile getirdik. Köylüde bunun üzerine “bu meseleleri daha fazla kurcalamasak daha iyi olur. Aksi takdirde akraba makraba çıkarız, mirasa ortak çıkar.” diye şakalaştı.
Daha sonra Civandere ve Çevrekavak köyleri arasındaki ağaçlık vadiden devam ederek kısa bir rampa tırmanışının ardından saat 20.00 civarında Taşkent-Ermenek yoluna çıkmaya muvaffak olduk.
Taşkent-Ermenek yoluna çıkmamızın ardından güneşte batmaya başladığından bir yandan rampa çıkarken bir diğer yandan çadır kurmak üzere yer arayışına koyulduk. Ben o anda iki kişi olduğumuzu unutmuşçasına önden giderek gördüğüm fakat bana uygun gelmeyen birkaç yeri Urimbaba’nın fikrini almadan es geçerek Urimbaba’nın sinirlenmesine sebep oldum. 20–25 günlük beraberliğimiz boyunca gerginliğin olduğu tek dakikaları bu anlarda yaşadık. Kabul ediyorum hatalıydım. Tabi yorgunluk ve açlığında bunda payı olmalıydı.
Hava karardığında alelacele bir kiraz bahçesinin içine çadır kurarak yemek yedikten sonra çok şükür sinir stres kalmadı.
Yattık uyuyarak günü sonlandırdık.