Antalya’da geçirdiğimiz keyif dolu iki günün ardından sabah erken kalkarak hazırlıklarımızı yaptıktan sonra 09.00 – 09.30 gibi yolun bir kısmına kadar İlkay’ında bize eşlik etmesiyle Manavgat’a doğru yolculuğumuza başladık.
Yaklaşık 15 kilometre sonra Aksu’ya gelerek burada bulunan Perge antik kentini ziyaret etmek üzere ana yoldan ayrılarak iki kilometre içeri girdik.
En son 2012 yılında burayı ziyaret etmiştim o zamandan bu zamana yenileme çalışmalarının devam ettiği tiyatroyu bu defada göremedim.
Çalışmalara başkanlık yapan arkeoloğun tiyatronun içine girip bir iki fotoğraf çekme isteğimizi reddetmesiyle keyfimiz kaçmadı dersem yalan olur. Bizde dışarıdan birkaç kare ile yetinmek zorunda kaldık.
Birde Arkeologun Tekirdağlı olduğunu öğrenince askerde sık, sık telaffuz edilen folklorik hazinemizden ”Toprak, toprağı gurbette…”
Diye bir deyim aklımdan geçti… Geçti ama hemen gitti.
Diye bir deyim aklımdan geçti… Geçti ama hemen gitti.
Sokayım Tekirdağ’ına Nereli olursan ol. Babanın çiftliği ya buralar dilediğin gibi at koşturuyorsun. Neymiş efendim yasakmış, Binlerce yıllık yapıları şahsi aracına otopark ederken hiç yasak değil.
Olaylar böyle cereyan edince sinirler oldukça gerildiğinden Perge antik kentinin girişinden geri döndük. Ben zaten daha evvel burayı gezip gördüğüm için Urimbaba’yı bu karardan caydırmak için ısrarcı olmadım.
Güzel başlayıp sonlarına doğru hiç de hoş olayların yaşanmadığı bir Antalya macerasının ardından bu koca şehri ardımızda bırakarak yolumuza devam ettik.
4–5 kilometre sonra Aksu çayını geçerek antik çağlarda pek çok
Irkın bir arada yaşadığı kelime anlamı “Irkların Ülkesi” anlamına gelen Pamfilya diye adlandırılan bölgeye giriyoruz.
Irkın bir arada yaşadığı kelime anlamı “Irkların Ülkesi” anlamına gelen Pamfilya diye adlandırılan bölgeye giriyoruz.
Adı Aksu olmasına rağmen ne yazık ki ecnebiye yaranmak için alelacele yürütülen EXPO 2015 alanının hafriyat çalışmaları sebebiyle pek Ak ve berrak hali yok.
Yüz metre arayla yol kenarında çilek satılan tezgâhlar görmek mümkün.
Çilek kokuları içinde yolculuğumuza devam ediyoruz.
Çilek kokuları içinde yolculuğumuza devam ediyoruz.
Arada sırada verilen molalarda olmasa Antalya’nın sıcağına dayanmak pek mümkün değil.
Karayolunda bir saat kadar pedal bastıktan sonra Serik’e geldik. Burada hiç oyalanmadan Aspendos antik kentini görmek üzere yolumuza devam ettik.
Denizli bisiklet festivalinde Hierapolis ve Laodikeia antik kentlerine giriş için gelirken müze kartın hazır bulundurulması yönünde yapılan uyarıyı Urimbaba gibi tedbiri elden bırakmayan birinin atlamış olması beni şaşırttı.
Tiyatroya ilk adımı attığınızda atmosfer sizi büyülüyor ikinci adımdaysa kapitalist düzenin oyunlarına hizmet eden gladyatör kostümü giymiş soytarı kılıklıların beraber fotoğraf çekinip cebinizden paranızı almak için kurulmuş tezgâh göze batıyor.
Bu kumpanyanın ağına düşmeden “Dikkat et! Ben Trakyalıyım haberin olsun. Sen gladyatörsen, bende Spartaküs’ün soyundan geliyorum. Aklını alırım.” diyerek şakayla karışık gözdağı vererek kurulmuş tezgâhı yerle yeksan ettim.
Son zamanlarda yoğun şekilde mutfak mermeri kullanıldığı yönünde yapılan eleştirilere konu alan Aspendos tiyatrosuna en son 2012 yılında yenileme çalışmaları yapılmadan önceki halini görmüş biri olarak bu tartışmaların dışında kalmayı yeğliyor ve çimento kullanmadıklarına şükrediyorum.
Bir de Aspendos Antik Tiyatrosu’nun küçük bir öyküsü var. Aspendos kralının bir zamanlar herkesin evlenmek istediği çok güzel bir kızı vardır. (nedense bu kralların tüm kızları güzel oluyor.) Kral kızını kime vereceğini bilemediği için halka, “Kim halkımız, kentimiz için en yararlı şeyi yaparsa kızımı ona vereceğim ” diye duyurur.
Bunun üzerine iki ikiz kardeş iki büyük yapı yaparlar. Biri kente çok uzaklardan, karmaşık yolları birçok zorluğu geçerek, su getiren su kemerleri; öteki ortasında yere metal para atıldığında üst sıralardan bile sesinin duyulduğu dünyanın akustik olarak en iyi tiyatrosudur. Kral su kemerlerini gördükten sonra kızını su kemerlerini yapana vermek ister.
Bunun üzerine tiyatronun mimarı Zenon krala bir oyun oynar. Kral tiyatronun üst sıralarında gezerken bir fısıltı duyar: “Kral kızını bana vermeli.” Akustiğe hayran kalan kral kızını büyük bir kılıçla ikiye ayırır ve kardeşlere verir.
Hikâyenin böyle olduğu söylenir. Başka bir kaynağa göre hikâyenin doğru ama eksik olduğu rivayet edilir.
İşin aslı, evet; kral kızını tiyatroyu yapan mimara veriyor ama bu kadar basit değil. Önce her iki yapıyı da çok beğendiğinden adaleti sağlamak bakımından kızı ortadan ikiye bölmeye karar veriyor. Ancak su kemerini yapan mimar, kıza olan sevgisinden dolayı aradan çekiliyor. O yüzden kız tiyatroyu yapana kalıyor.
Aspendos antik kentini gezdikten sonra anayola çıkıp yola devam ederken yanımdan geçen bir araç içinden birilerinin bir şeyler dediğini duyar gibi oldum. İlk önce kimin ne dediğini anlamadan Refleksle vücut diliyle destekleyerek “hadi oradan” dedim. Aslında bu tip kişilere nadiren tepki veririm onlara harcayacağım enerjiyi yola harcamayı yeğlerim.
Fakat bu araç biraz ileride durarak içindekiler araçtan indiğini görünce tedirgin olmadım değil. Hemen vites düşürüp arkadan Urimbaba’nın yetişmesini bekledim. Dikkatli bakınca gördüm ki meğer araç içinden “Lan dengesiz” diye seslenenler İrfan Ağabey ile Mustafa ağabeymiş. O an yüreğime su serpildi.
En son Salda gölünde görüştüğüz İrfan ağabey yanımızdan ayrıldıktan sonra farklı bir rotadan Manavgat’a gelmişti. Sabahtan beri farklı aldatmacalarla “-yok oradayım, şimdi buradayım, otobüse bindim, şimdi Denizli’deyim” diyerek bizi işletiyordu.
Şaka ile karışık bizim hızımızla dalga geçerek “Bu gidişle Manavgat’a gelemeyeceğinizi düşündük ondan sizi almaya geldik.” diyen İrfan ağabey; Mustafa ağabey ile birlikte bize sürpriz yaparak otomobil ile bizi karşılamaya gelmişler.
İyi ki de gelmişler, bizi kurda kuşa yem olmaktan kurtardılar 🙂
Hemen bisikletlerimizi arabaya yükleyerek Manavgat’a doğru yola koyulduk.
Hemen bisikletlerimizi arabaya yükleyerek Manavgat’a doğru yola koyulduk.
30 kilometrelik otomobil yolculuğunun ardından Mustafa ağabeyin evine varıp bir süre dinlendikten sonra Mustafa ağabeyin öncülüğünü yaptığı Manavgat Perşembe Akşamı bisikletçileri ile buluşmak üzere Manavgat sokaklarında bir süre pedal bastık.
Manavgatlı bisikletçilerle birlikte 20–30 kişilik kalabalık bir grup halinde önce titreyengöl ve bilmediğim Manavgat sokaklarında keyifli bir şehir turunun ardından, turu sonlandırdığımız kafede bir yandan sıcak soğuk içeceklerimizi yudumlarken bir diğer yandan teknoloji harikası elektronik cihazlarımızla sıfır ve birlerden oluşan dijital çöplüklerimizde (a)sosyalleşerek günü sonlandırdık.
[advanced_iframe src=”https://tr.wikiloc.com/wikiloc/spatialArtifacts.do?event=view&id=10076626&measures=on&title=on&near=off&images=on&maptype=H” width=”100%” height=”650″]