Sabah 07.30 gibi uyanmış olmama rağmen hazırlanıp yola çıkışım neredeyse iki saat sürdü. Evden çıkalı neredeyse bir aya yaklaştığından yorgunluğum had safhadaydı bir an önce İzmir’e varmaktan başka bir şey yoktu aklımda.
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra bisikletiyle Didim’den Bodrum’a doğru giden Ahmet ağabey (Ahmet Kansay) ile karşılaştım. Bana Muz ve pide ikram eden Ahmet ağabey ile bir süre sohbet ettik. Çorlu’lu olduğumu söylememin ardından 2010 yılında bir turda karşılaşıp tanıştığı Pirim Aytaç Ergül’ü tanıyıp tanımadığımı sordu. Elbette tanıyordum, O Çorlu’da bana bisikleti ve bisiklet turlarını sevdiren feyiz aldığım yegâne kişiydi. Bir süre daha sohbetin ardından pirime selam söyleyerek her ikimizde farklı yönlere doğru yollarımıza devam ettik.
Bafa ve Pınarcık’ı geçerek sağıma aldığım Bafa gölü manzarası işliğinde genişletme çalışmalarının devam ettiği yolda ilerledim. Antik çağlarda bir zamanlar deniz olan bu coğrafya menderes nehrinin getirdiği alüvyonlar sebebiyle günümüzde bir göl. Karşı kıyıda antik liman kenti Herakleia bulunuyor. Fakat o ileri doğru başka bir bisiklet turunun konusu olacak
Sabahtan beri 30–35 kilometre yaptıktan sonra Akbük/Didim sapağına geldiğimde Didim’e gitmek için 20 kilometre gidip bir o kadar da yolu geri dönmek gerektiğinde “Didim ve Akbük daha sonra buralara tekrar gelmek için bahanem olsun diyerek.” Söke istikametine doğru yolma devam ettim.
4–5 kilometre sonra Miletos antik kentini görmek için önüme çıkan sapaktan Yeni Akköy ve Akköy’ü geçerek ilerledim.
Öncelikle Milet arkeoloji müzesini ziyaret ettim.
Tam müze bahçesinden çıktım bisiklet turu yaptıklarını iddia eden fiyakalı bir toplulukla karşılaştım, nasıl bir bisiklet turuysa artık.
İçlerinden birisi “rampalarda ne yapıyorsun?” diye sorunca. “Yapılması gerekeni yapıyorum.” Diyerek devam ettim “sadece pedala basıyorum. Ortaya çıkan kuvvet şuradaki çark ve zincir sistemiyle arkadaki tekere gidiyor. Hareket eden tekerlek sayesinde rampayı çıkıyorum ” dediğimde yüzlerinde anlam veremediğim ifadenin aynını “Siz ne yapıyorsunuz ki?” sorusunu verilen cevaptan sonra benim yüzümde belirdi.
Meğer bisikletleri taşımak için araçları varmış, rampa çıkarken bisikletleri araca yükleyip araçla birlikte engeli aşıyorlarmış. Ardından bayır aşağı yaldır, yaldır iniyormuşlar. Soran olursa da bisikletle tüm ege ve Akdeniz sahillerini turluyormuşlar.
Kaçarcasına bu fiyakalı grubun yanından ayrılarak antik kenti gezmeye başladım. Antik tiyatro yapısı karşıdan görkemiyle büyüleyici görünüyordu.
Binlerce yıllık koridorları, merdivenleri geçerek devasa tiyatronun muazzam atmosferinin içinde yerimi aldım.
Ardından geniş bir alana yayılmış kent kalıntılarını gezmeye başladım.
Bundan binlerce yıl önce sahip olunan teknoloji ile nakış, nakış işlenmiş mermer eserlerle birlikte zaman, zaman dillere destan yenileme tekniklerine şahit olarak yüzyılın icadı betonun ne harika bir yapı malzemesi olduğunu düşünerek gezime devam ettim.
Miletos ziyaretinin ardından karşıdan esen rüzgâra rağmen 25 kilometre sonra Güllübahçe yakınlarında dik bir yamacın eteklerine kurulmuş Priene antik kentine başka bir bisiklet turunda uğramak koşuluyla yoluma devam etmek zorunda kaldım. Zira vakit epey geç olmuş hava kararmadan alışveriş yapıp uygun bir yere kamp kurmalıydım.
10 kilometre daha kat ederek havanın kararmasına yakın Söke’ye geldim. Alışverişin ardından Kamp kuracak uygun bir yer arayışına girdim, bir süre sonra civardaki bir alışveriş merkezinin arkasındaki ağaçlık alana kamp kurmakta karar kıldım. Yakınlardaki şantiyede meraklı gözlerle beni izleyen inşaat işçisi arkadaşların “çadır kurmaya uğraşma, buyur gel şantiyede kal.” Demeleri üzerine bu daveti kabul ederek hiç eşyalarımı dağıtmadan sadece uyku tulumunu alarak bana gösterilen ranzaya yerleştim. Gecenin ilerleyen saatlerinde sivrisinekler sebebiyle zorlu anlar yaşarken “keşke üşenmeyip çadır kursaydım. En azından sinek olmaz, rahat bir uyku çekerdim.“ düşünceleri eşliğinde sabahı ettim