Günümüzde seyahat etmek artık bir prestij göstergesi haline geldi. Pasaportunda onlarca damga olan, sosyal medyada egzotik sokaklardan pozlar paylaşan, dünya mutfaklarını tatmış, farklı kültürleri öve öve bitiremeyen pek çok insan görüyoruz. Ancak iş kendi ülkesine, kendi insanına gelince o aynı hayranlığı göremiyoruz. Hatta çoğu zaman tam tersi bir küçümseme, bir mesafe hissediliyor. “orada ne var ki?” diyerek küçümsüyor. Tanıdık geldi mi?
Modern zaman gezginlerinin bir kısmı, kendi ülkesine ve halkına karşı geliştirdiği mesafeli hatta aşağılayıcı bakışı, yurtdışını idealize ederek meşrulaştırıyor. Ne zaman ki söz konusu Fransa’nın bir kasabası, İtalya’nın bir köyü ya da Japonya’nın dağ köyleri olsa, her şey “otantik”, “ne kadar temiz!”, “insanlar çok kibar!” oluyor. Ama kendi ülkesinde aynı atmosferi sunan bir köyde, “geri kalmışlık”, “köylülük” ve “ilgisizlik” olarak damgalanıyor. Bu yaklaşım yalnızca kültürel bir çifte standart değil, aynı zamanda büyük bir özgüven sorununun da dışavurumu. Oysa farklı kültürleri takdir etmenin yolu, kendi kültürünü tanımaktan ve ona değer vermekten geçer.
Yurt dışına çıkmak elbette değerli, zihin açıcı ve eğitici bir deneyimdir. Ancak asıl mesele, dışarıdan geleni yüceltip içeridekini hor görmekte. Dünyayı anlamaya çalışırken kendi toprağını, kendi hikâyeni görmezden gelmek büyük bir çelişki değil midir? Bir Japon’un köyünü ziyaret ettiğinde duyduğun hayranlığı, kendi ülkende yaşayan insanların emeğine, doğasına, tarihine göstermemek; yalnızca kendini değil, mensubu olduğun toplumu da değersizleştirir.
Bazıları için bu tutum, yalnızca cehaletle değil, aynı zamanda konforlu bir entelektüellik taklidiyle de ilgilidir. Oysa gerçek entelektüellik, eleştirel düşünmeyi her yöne uygulayabilmekle başlar. Kendi kültürünü olduğu gibi görmek, eksikleriyle yüzleşmek, güzelliklerini de sahiplenmeyi bilmektir. Ve bu, Tokyo metrosunu görmek kadar değerli, Berlin kafelerinde oturmak kadar özeldir.
Kendini tanımadan başkasını anlamak mümkün değildir. Kendi hikâyene yabancılaşarak başkalarının hikâyesinde anlam aramak, içi boş bir koşturmacaya döner. Gezmek, sadece kilometre biriktirmek, harita üzerinde yer değiştirerek değil; bakış açısı genişletmektir. Ve bu genişlik, en önce en yakınımızdan, yani kendimizden başlamalıdır. Bu anlam yolculuğunun başlangıç noktası kendi köyündür, kendi mahallendir, kendi geçmişindir.
Benim düşünceme göre kişi, önce kendi coğrafyasını ve kültürünü tanımalı. Kendi toprağını, insanını, hikâyelerini içselleştirmeli. Çünkü başka bir ülkeye gittiğinde, o ülkeye sadece turist olarak değil, aynı zamanda kendi ülkesinin kültür elçisi olarak da gitme şansı vardır. Gördüğü her güzellikte kendi ülkesinden bir şeyle karşılaştırabilir, oradaki insanlara Türkiye’nin de ne kadar zengin bir tarih ve doğaya sahip olduğunu anlatabilir.
Dışarıdan geleni övüp içeridekini hor görmek; sadece kültürel bir kompleks değil, aynı zamanda eksik bir bakış açısının sonucudur. Yabancı olanı yüceltmeden önce, kendimize bakmalı, kendi değerlerimizi görmeli, onlarla barışmalıyız. Aksi halde ne kadar uzaklara gidersek gidelim, asıl yakınımızı, yani kendimizi hep eksik bırakırız.