Ne yalan söyleyeyim gece biraz üşüdüm ve defalarca uyandım Güneşin doğup sabah olmasını iple çektim.
Gözümü açtığım gibi hemen gölgelikten mümkün olduğunca kaçarak Urimbaba’nın ulu çınar altında yaktığı ocağının etrafında yerimi alarak tekkeyi beklemeye koyuldum. Ben kendi nasibimi yudumlarken bir yandan da etrafı yeni ısıtmaya başlayan güneşten faydalandım.
Biz kahve keyfi yaparken Kaya ağabey neredeyse yola çıkmaya hazırdı.
Tüm ova ve Beydağ barajının ayaklarımızın altında olduğu seyrine doyum olmayan muhteşem manzaraya kayıtsız kalamadık. Hemen köy kahvesindeki masaları birleştirerek kahvaltı yapmaya başladık.
Bir yandan soframızdakileri bir birimiz ile paylaşarak karnımızı bir diğer yandan karşımızdaki manzara ile ruhumuzu doyurduk.
Kahvaltının ardından yakınlarda bulunduğu söylenen bir şelaleden bahsedildi. Herkes şelaleye doğru yola koyulduğunda ben kamp alanında kalmayı yeğledim.
Sabah herkes çadırlarını toplamış, bisikletlerini yüklemiş olduğundan kamp alanında toparlanmamış tek kişi bendim. Onlar gelene kadar hem toparlanmayı hem de eşyalara göz kulak olmayı düşündüm.
Yaklaşık bir saat sonra herkes şelale gezisinden döndüğünde saat 10:00 sularında misafirperver Beyköy muhtarı ve köy ahalisine teşekkür ederek ilk pedalı bastık.
Dün bin bir zorlukla tırmandığımız dik rampayı kısa bir sürede inerek Beydağ merkezine geldik.
Yarım saat kadar Beydağ’da oyalandıktan sonra Kiraz’a doğru yola koyulduk.
Baraj yapılan her yerde olduğu gibi burada da sonradan yapılan yolların rakımı biraz daha yüksekten yapılmak zorunda kalınıyor. Hali ile bu da bizim için rampa demek oluyor. Ama olsun tırmanışın sonundaki manzaraya doyum olmuyor.
“Yolcular, İlk hedefiniz Çatak vadisi’dir! İleri.”
Bugün Kiraz’a kadar takip edeceğimiz rota benim ve Urimbaba için hiç yabancı değil. Geçen sene yağmur atında alelacele geçtiğimiz yolları bu sefer ışık oyunları eşliğinde güneşli parıltılı havada tek kelime ile hayran kaldığımız manzarayı seyrederek ağır, ağır kat edeceğiz.
Ressamın fırça darbeleri ile meydana gelmiş tablo gibi manzara içinde ilerlerken “-Şurada bisikletleri ile mutlu bir şekilde ilerleyen bisikletliler olsun.” Dediği kişilerdik.
Diyelim ki resmimizde tam karşımızda bir dağlar varmış. Adı da Bozdağlarmış. Biraz siyah, biraz van dyke kahverengi, biraz alizarin kızılı çok azıcıkta Prusya mavisi. Belki doruklarında özgürce süzülen küçük mutlu bulutlarda vardır.
Belki de buralarda yaşayan mutlu inekler vardır, yemyeşil çayırlarda otluyorlardır.
Mevsim bahar olduğundan tüm varlıklar daha mutlu. Her yer parıl, parıl parlıyor. Kuşlar da neşeli, özgür, keyifli ve hayatlarından memnun. Tıpkı bizim gibi.
Herkesin kendi temposunda ilerlediği keyifli yolculuğumuz esnasında biri zorunlu olmak üzere iki molada Kiraz girişine geldik. Buradaki kahvehanede tüm grubun bir araya gelmesini bekleyerek toplu bir şekilde şehir merkezine hareket ettik.
Zorunlu moladan söz açıldığında “-Bir çayımı içmeden geçemezsiniz.” diye ısrar eden Ahmet Sezer’den bahsetmeden geçemeyeceğim, Kendisi Anadolu’nun bağrında saklı milyonlarca kişi gibi çok renkli bir şahsiyet.
Kiraz, İzmir’in doğusunda yer alır. İl merkezine uzaklığı 142 km’dir. Kuzeyinde Manisa ilinin Salihli ilçesi; yine kuzeyinde ve doğusunda Manisa’nın Alaşehir ilçesi; batısında Ödemiş; güneyinde Beydağ ve Aydın ilinin Nazilli ilçesi ile çevrelenir… Falan filan… (devamı için wikipedia)
Ahalinin şaşkın bakışları arasında bisikletlerimizi yolumuz üstündeki bir kahvehanede müsait bir yere bırakarak şehir içinde ihtiyaçlarımızı karşılamak için serbest zaman belirledik.
Herkes kendi damak tadına uygun farklı seçenekleri değerlendirerek öğlen yemeğini yedi.
Hatta biz Gürel ile yemeğin ardından artan zamanı değerlendirmek için ilçede kurulan pazarı bile gezdik.
İhtiyaçlarımızı giderip hazırlanarak mazlumun dostu, zalimin düşmanı Gökçen Efe, Çakırcalı Mehmet Efe gibi nice koç yiğidin mekânı Bozdağ’a doğru başka bir isyankârın sözleri ile “Ferman padişahınsa, Dağlar bizimdir” diyerek yola koyulduk.
Açık söylemek gerekirse Dağlar, her zaman ilgimi çekmiştir, yüreğimde yeri ayrıdır.
Her dağ bulunduğu zamanın şahidi ve bekçisidir. Bozdağ da Ege’nin bekçisi, adeta Ege’yi bekleyen bir efe gibidir.
Bu yüce dağın eteklerinde güneşin ışıkları altında parıldayan güzel ağaçların dallarını ve yapraklarını arasında ulaşılması zor ve sarp yerlerde doğru ilerledik.
Vadi içinde ilerledikçe, bizi dostça kucaklayan ağaçların dalları arasında kaybol olarak doğanın efendisi değil onun kardeşi, bir parçası olduğumuzu bir kez daha hissettik.
Tabiat Odam
Severim kırlarda ben yaşamayı,
On iki ayı.
Severim kırların yeşil göğsünü,
Bütün süsünü.İstemem başımın üzerinde dam,
Tabiat odam.
İstemem topraktan başka bir yatak,
Kehkeşanlar tak.Kuşlardan savrulan bir incecik tüy,
Üstümde örtü.
Ve aydan kırpılan bütün yıldızlar,
Rüyamda kızlar.Her sabah neşeyle uyanan bir eş,
Koynumda güneş.
Dallarda ötüşen kuşlar kabilem,
Bilmezler elem.Ağlarsak bizimle beraber olur,
Hemşirem yağmur.
Sızlarsak bizimle beraber sızlar,
Kardeşim rüzgâr.İsteyen toplasın binlerce arşın,
Karlardan kışın.
Mutlaka öptürür bağlarda temmuz,
Çıplak bir omuz.Severim kırlarda ben yaşamayı,
On iki ayı.
Severim kırların yeşil göğsünü,
Bütün süsünü.Ölürsem istemem ne yas, ne kefen,
Ne başka bir fen.
Üstümden kalkmasın çimen, çiy, yosun,
Ruhum uyusun.Ahmet Kutsi Tecer
Bu büyüleyici atmosfer içinde hızlı gitmek isteyen önden, yavaş gitmek isteyen geriden giderek kendi temposunda ilerledi.
Biz Gürel ile bir Kızılderili bilgenin nasihatini dinleyerek usul, usul ilerleyenlerdendik.
“İlkbaharda usul usul yürü; toprak ana hamiledir.”
Bu sakin ilerleyişimiz esnasında sohbet ederken zamanın ne nasıl geçtiğini bile anlamadık.
Çatak köyünü geçtikten yaklaşık yarım saat sonra geceyi geçireceğimiz Alabalık tesisine geldik.
Tesis içindeki huzur verici fon müziği sağlayan küçük şelalelerden akan suyun etkisi anlatılamaz.
Zaten bilimsel araştırmalarda gösteriyor ki; su sesi, insana eski doğal ortamını hatırlattığı için dinleyenlerde müzikten daha iyi şekilde gerginliği ve stresin azaldığı belirtiliyor.
Zaten bilimsel araştırmalarda gösteriyor ki; su sesi, insana eski doğal ortamını hatırlattığı için dinleyenlerde müzikten daha iyi şekilde gerginliği ve stresin azaldığı belirtiliyor.
Her ne kadar “teknenin köpürttüğü suyun verdiği huzur” kadar olmasa da modern dünyanın keşmekeşi içinde özünü unutanların anlayamayacağı bir his bu.
Anlayamazsınız! 🙂
Urimbaba eriyen kar suları ile buz gibi olmuş dereye girerken, biz ihtiyarlar; onun kadar genç olmadığımız için karşıdan seyretmekle yetindik.
Böylesine güzel bir mekân bulunca sağ olsun Gürel çok fiyakalı fotoğraflarımı çekti.
İleride bir gün evlenecek olursam düğün fotoğrafçım şimdiden hazır. 🙂
Yukarıda bunlar olurken aşağıda yani geriden gelen Cem ağabeyin talihsiz bir kaza geçirmesinden mütevellit hesapta olmayan bir gecikme söz konusu oldu. Vadi içinde telefonların çekmemesi iletişim kopukluğuna neden olurken bu da korku ve endişeye sebebiyet verdi. Cem ağabey çok şükür geçirdiği kazayı küçük sıyrıklar ile atlatarak aramıza katılarak tüm endişelerimizi sonlandırdı.
Bu küçük aksilikten dolayı suyun kaynağına kadar yapmayı planladığımız doğa yürüyüşünü iptal etmek zorunda kaldık. Bizde bisiklet turunun ilk gününden beri yanımızda taşıdığımız sembolik toprağı buradan ait olduğu yere bırakmaya karar verdik.
Yola çıkarken koyduğumuz hedefi gerçekleştirmenin huzuru ile hep beraber bu anları ölümsüzleştirdik.
Grup içinde yemek şurada-burada yenecek gibi bir zorlama olmadığından dileyen kişi alabalık tesisinin sahibi Hüsnü Demir ve eşinin hazırladığı fırında pişirilmiş kiremitte köfte ve alabalık yedi. Dileyenler ise kendi imkânları ile karnını doyurdu.
Bir gün daha böyle geçip gitti.
SON SÖZ:
Güzel yerlerden geçip, güzel insanlarla tanıştığımız bu güzel günde yazıma olumsuz hiç bir şey yansıtmamaya gayret ettim. Fakat şimdi yazımın sonunda bazı kötü gerçeklerden bahsetmek istiyorum. Söyleyeceklerimin daha etkili olması için özellikle bu güzel yeri seçtiğimi de eklemeliyim.
İnsanoğlunun en büyük zaafı, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanması. Hatta bütün yiyecekleri, hayvanları ve doğayı kendine sunulmuş bir nimet sanıyor. Evren dediğimiz bütün içerisinde, kendisini diğer canlılardan ayrı tutuyor. Çevreyi istediği gibi kullanıyor. Yıkıyor, yok ediyor. Halbuki insanoğlu bu evrende zincirin sadece küçük bir parçası. Bunu reddederek aslında kendisine bir hapishane yaratıyor. İnsanın bu yanılgıdan kurtulması en büyük özgürlük. Tabii bu da tam olarak mümkün olmayabilir ama bu çabanın kendisi de bir özgürlük.Albert Einstein
Kimlik ya da statü inşa etme kaygıları ile sosyal kovalamaca oyununu içindeki pek çok kişi için kalkınma ile eşanlamlı tutulan otobanlar, rezidanslar, gökdelenler, fast food mekanları, büyük alışveriş merkezleri, otomobillerden uzak bu yerde; içinde bulunduğumuz devasa organizmayı gözlemledikçe aslında bütünü oluşturan varlıklar arasında biz insanlar onun bir parçası olduğumuzu ve sadece doğayla “birlikte” var olabileceğimiz anlaşılıyor.
O’ndan farklı ya da O’nun dışında değiliz. Her şey birbirine bağlıdır. Biz doğayı bilinçsizce yok etmeye devam ettikçe yerkürenin başına gelen, elbet bir gün yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.
O’ndan farklı ya da O’nun dışında değiliz. Her şey birbirine bağlıdır. Biz doğayı bilinçsizce yok etmeye devam ettikçe yerkürenin başına gelen, elbet bir gün yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.
Tüketim toplumu olmak artık geride dursun; artık tüketen canavarlara döndük resmen. Tüketim çılgınlığı diye adlandırılan bu olay yüzünden, çok değil kısa bir süre sonra dünya daha da yaşanmaz hala gelecek. Şehirlerin giderek betonlaşması, nehirler ve denizlerin kirlenmesi, bazı hayvan türlerinin neslinin tükenmesi, hepsi kıyamete doğru emin adımlarla gittiğimizin göstergesi. Yaşanılacak yer, yenilecek yiyecek, içilecek su kalmayacak güne adeta koşuyoruz.
Parası olanlar için dağları delip, ormanları yakarak üzerlerine beton yığınları koyuyorlar, ağacı bol, çiçekli yapay muhitlerde yaratılıyor.
Yine parasız insanlar, egzoz dumanlarını, fabrikaların atık sularının pis kokularını teneffüs etmek zorundalar. Zenginler şimdilik bunlardan habersiz. Ama öyle bir zaman gelecek ki, zenginler için bile rahat edecek yer kalmayacak.
“Son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten, son balık yakalandıktan sonra paranın yenemeyeceğini anlayacaksınız.”
Şef Seattle
Kontrolsüz gelişmemiz ve bu sözde modernliğimiz yok oluşumuzun işareti gibi. Belki de geçmiş zamanlarda paskalya adası halkının başına gelenlerin bizim başımıza da geleceği günler çok yakındır.
Dünyamızda var olan kaynaklar, gelişen toplum düzeyimizi koruyacak ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak sonsuzlukta değildir. Bizim de yaşadığımız dünya dışında kaçacak yerimiz yoktur. İnsan türü olarak varlığımızı sürdürdüğümüz bu dünyada, elimizdeki kaynakları tüketmeyecek yaşam tarzını bulmak zorundayız. Aksi takdirde Paskalya Adası halkının tarihi dünya toplumlarının tarihi olacaktır.
Unutmayın; çeşitli dayatmalar ve reklamlar sayesinde “arzuların” “istekler”e, isteklerin de “ihtiyaç”lara dönüştürülmüş hallerini tüketmeden de yaşayabilirsiniz.
“Çok az şeye sahip olan insan değil, asıl çok şeyin özlemini çeken insan fakirdir.”