Çorlu bisiklet güruhunun büyük çoğunluğu kendilerini ya da arkadaşlarını övmek ve beni yerme işi ile uğraştıklarından beni itham eden tenkitlerini ciddiye almadığım kadar. Bana ilham veren kişilerin yazılarımı okuyup beğendiklerini bildiren geri dönüşleri o oranda önemsiyorum. Bu da beni yeni yazılar yazmak için yüreklendiriyor. Kıymetli ağabeyim Şafak Omaç’a teşekkür ederek, bu yazımı ona ithaf ediyorum.
Sabah 07.00 civarında uyanarak akşam alelacele yerleştiğimiz bu alanda çarçabuk toparlandık. Kahvaltı yaparak vakit kaybetmek yerine ileride bulacağımız köy kahvesinde kahvaltı yapmak için durmayı kararlaştırmıştık.
Bu arada iki gün önce suyun içinde ayağımın kayması sonucu hem darbe alıp hem de ıslanması sonucu arızalanan fotoğraf makineme bir umut tekrar pilleri taktığımda bir mucize oldu vefotoğraf makinem sapasağlam çalışıyordu. Sabah, sabah bu güzel sürprizle güne başlamak harika oldu. Ne kadar belli etmesem de makinenin bozulmasına üzülmüştüm.
Anlaşılan helal para ile satın almışım, Tabiî ki helal. Onu satın aldığım sene çalıştığım bisikletçide Çorlu bisiklet güruhunun pek çok ayaktakımı diye nitelendirebileceğim zatının ağız kokusu çekmek zorunda kalmıştım.
Bu makinede bol miktarda alın teri de var, baş ağrısı da var.
Gece karanlığında kamp kurduğumuz kiraz bahçesinden çıkarak ileride görünen telefon vericilerin bulunduğu yere kadar hafif bir tırmanışın ardından Uğurlu köyüne doğru kısa bir iniş ve sonrasında köyde hiç oyalanmadan az önce indiğim kadar kısa bir tırmanış yaptık.
1600 metre yükseklikten 1100 metreye kadar yaklaşık 6–7 kilometre kadar inerek Tepebaşı köyünegeldik.
Köye bu ismi neden verildiği genel görünümünden son derece belliydi.
Köye geldiğimizde ekmek almak için gittiğimiz bakkal ve köy kahvesi kapalıydı. Köy ahalisinin köyün çıkışındaki petrol istasyonunda ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimizi söylenmesi üzerine söylenen yere doğru yolumuza devam ettik.
Köyden yaklaşım bir kilometre uzaklıktaki petrol istasyonuna geldiğimizde çalışanların haricinde masaların birkaçında oturan kişiler vardı ve kendi aralarında iki gün önce milletvekili seçimleri olduğundan ateşli bir siyasi tartışma içindeydiler.
Masalardan birine oturarak yiyeceklerimizi çıkararak bir yandan kahvaltımızı yapıp bir yandan da ahali ile sohbet ediyorduk. Kahvaltımızı tamamlayıp keyif çaylarını yudumlarken masadakilerden birinin
“Neden bisikletle geziyorsunuz?” sorusuna verdiğim
“Kahve köşelerinde hükümet kurup vatan kurtarmaktansa gezmeyi tercih ediyoruz.“cevabımdan pek hoşnut olmadığı hal ve hareketlerinden belli olan akıldan yana noksanlığını kabalıkla örtmeye kalkışacağını çok iyi bildiğim kişinin sözlerini duymazlıktan gelerek hemen konuyu değiştirdikten kısa bir süre sonra yolumuza devam ettik.
“Neden bisikletle geziyorsunuz?” sorusuna verdiğim
“Kahve köşelerinde hükümet kurup vatan kurtarmaktansa gezmeyi tercih ediyoruz.“cevabımdan pek hoşnut olmadığı hal ve hareketlerinden belli olan akıldan yana noksanlığını kabalıkla örtmeye kalkışacağını çok iyi bildiğim kişinin sözlerini duymazlıktan gelerek hemen konuyu değiştirdikten kısa bir süre sonra yolumuza devam ettik.
1–2 kilometre düz sayılabilecek bir yoldan gittikten sonra yanımda durarak Gülnar’a gittiğini ve bizi de götürebileceğini söyleyen kamyonet şoförünün teklifini şimdilik acelemiz olmadığından kabul etmeyerek yolumuza devam ettik.
Çünkü biz; “Bir yere varmaktan çok, O yolda olmayı seven gezginleriz”
Ardından 4–5 kilometre indik. İnmek güzel geliyordu ama etrafta bol miktarda dağ ve tepe gibi yükseltilerin bulunduğu bir coğrafyada her inişin bir çıkışı olduğunu da bilmek gerekir.
Keza öyle de oldu indiğimiz 750 metre rakımdan yaklaşık 6 kilometre pedal çevirerek 1050 metre yüksekliğe tırmanmak zorunda kaldık.
Tabi bu arada Türkiye’de bilgisayarın ilk kullanıldığı, teknolojik gelişmeleri son derece yakından takip eden TCK’nın eriyen asfalt ile mücadelesinde kendisine yakışmayacak eriyen asfaltın üzerine kum atmaktan ibaret olan ilkel yöntemlerine de üzülerek şahit olduk.
Bu tırmanışın ardından radara yakalanmadan Güzelyurt’a gelmeyi başardık.
Lakin tırmanışımız henüz bitmemişti. Korkarım bu tırmanış tabelaya göre 10 kilometre olanErmenek’e kadar devam edebilecek olabilirdi. İnşallah olmaz diyerek yolumuza devam ettik.
Bu tırmanış esnasında ileride gördüğüm dönemecin sonuncu olmasını umutsuzca umarak devam ettik.
Bu arada etrafta güneşten korunacak pek bir yerin olmaması, yol çalışmalarının devam etmesi sebebiyle toz ve sıcaktan mümkün olduğu kadar az etkilenmek için Urimbaba’yı beklemek yerine en kısa sürede bu engeli aşıp koşulların daha iyi olduğu bir noktada geride kalan Urimbaba’yı beklemek üzere arkama bakmadan yoluma devam etmem gerekti. Bu zorlu tırmanış yaklaşık 6 kilometre kadar sürdü.
Zaman, zaman kısa molalar verdiğim hâkim noktalarda soluklanırken Ermenek barajının manzarasının fotoğraflarını da çekmeyi de ihmal etmedim. Fakat manzara ne kadar güzel görünse de şu anda tek derdim tırmanışı tamamlamaktı.
İlerideki petrol istasyonunu gördüğüm anda çölde vaha görmüş bir bedevi kadar mutlu oldum. Umarım bu bir serap değildir.
Petrol istasyonun gölgesinde yaklaşım yarım saat kadar beklemenin ardından nihayet Urimbaba üzerindeki tişört, forma ne varsa çıkartıp yarı üryan vaziyette gelebildi.
5–10 dakika soluklanarak tekrar yola koyulduk. Kısmen iniş olduğunu söyleyebileceğim 3–4 kilometre sonra Ermenek tabelasının önünde Ermenek’e gelmenin haklı gururu içinde bu anı ölümsüzleştirdik. Daha sonra Urimbaba önde ben arkada yola devam ettik.
Ermenek’in girişinde Heavy Metal selamı ile Ülkücü (bozkurt) selamı arasındaki farkı ayırt edemeyen ülkücü gençliğin bende ülkücü selamı beklemesi üzerine onları çaktırmadan kendi selamımla selamlayarak önden giden Urimbaba’ya yetiştim.
Hem böylece ne onları kırarak gerginlik çıkmasına ne de kendi çizgimden taviz vermemiş oldum.Kahretsin Çok zekiyim. 🙂
Şehir merkezinde bir süre dolaştıktan sonra yemek yemek için bir lokantada karar kılarak karnımızı doyurduk.
Lokantada “Ermenek çıkışında bir rampa var ondan sonra hep iniş.” denmesinin ardından içimiz ferahlamıştı. Daha sonra alışveriş yaparak tekrar yolumuza devam ettik.
Şehrin çıkışına yakın manzarayı fotoğrafladığımız dakikalarda karşılaştığımız Ermenekli gençlerikırmayarak hatıra fotoğrafı çekinmeyi de ihmal etmedik.
Lokantada söz edilen rampanın önümüzdeki olduğunu sanarak bu zorluğu atlatmak için bir süre dişimizi sıkarak yolumuza devam ettik.
Karşımızdaki rampayı tırmandıktan sonra bu rampaları genellikle araba aşan ahalin lafına inanmamamız gerektiğini anlamamız fazla zaman almadı. Çünkü rampa daha yeni başlamıştı.
Maalesef ahalinin kısa bir rampa dediği rampayı aşmak için “bu son rampa, bitti, az kaldı.” diyerek yaklaşık 10 kilometre pedal çevirmemiz gerekti.
Bu mesafeyi kat ettiğimizde 1360 metre rakımlı Körkuyu beli tırmanışını tamamlamış olduk.
Evet, söylenen doğruydu önümüzde sadece bir rampa vardı ve ondan sonrası hep iniş görünüyordu. Ama kimse o rampanın 10 kilometre olduğunu bize söylemişti.
Evet, söylenen doğruydu önümüzde sadece bir rampa vardı ve ondan sonrası hep iniş görünüyordu. Ama kimse o rampanın 10 kilometre olduğunu bize söylemişti.
Her zaman olduğu gibi tırmanışlarda geride kalana Urimbaba inişlerde yaldır, yaldır iniyordu.
Tırmanırken benim onu pek beklemediğim gibi o da inerken beni pek beklemiyordu. Sıkıntı yok, iniş olsunda ben hep geriden gideyim.
Tırmanırken benim onu pek beklemediğim gibi o da inerken beni pek beklemiyordu. Sıkıntı yok, iniş olsunda ben hep geriden gideyim.
Ben bir yandan fotoğraf çekip bir yandan da yolun nereye kadar ineceğini kestirmeye çalışarak kontrollü bir şekilde ilerlerken az da olsa Urimbaba ile aramdaki mesafeyi kapatmaya gayreti içindeydim.
Çıktığımız Körkuyu belinin zirvesinden Kayaönü, Gökçeseki’nin ilerisine kadar 25–30 kilometrelik keyifli bir iniş yaptık.
Gökçeseki civarındaki Balkusan deresinin geçtiği aşağı bakmaktan korkulacak derecede derin olan vadiden bir yay çizerek devam eden karayolu boyunca ilerlerken Körkuyu belinin adının nereden geldiği anlaşılabiliyordu. Hakikatten burası dipsiz bir kuyu gibiydi.
10 kilometre olduğu söylenmeyen rampadan sonra karşımızda %10 eğimli 3 kilometrelik bir rampa görmeye nedense hiç şaşırmadık. Hani sonra hep inişti? Neyse en azından 3 kilometre daha kötüsü de olabilirdi.
3 kilometre tırmanışın ardından Türk sinemasının klişelerinde olduğu gibi Anadolu’nun bağrından koparak İstanbul’a gelen türkücü adayının şehrin girişinde “Yeneceğim seni İstanbul” dediği sahnede olduğu gibi bizde benzer bir görüntü vererek dağları yenmeyi ümit ediyorduk.
Fakat çok kısa bir süre sonra %10 eğimli 10 kilometrelik bir rampa tüm umutlarımızı yerle bir etmeye yetti.
Gölgelerimizin uzamaya başladığı dakikalarda Hisardağı ve Gezende baraj gölü arasında ilerleyen karayolu boyunca umutsuz tırmanışımız devam ederken geceyi nerede geçireceğimizi düşünmeye başladık.
Yorgunluktan geceyi yolun kenarındaki çakıllı düzlükte bile geçirmeyi aklımızdan geçirdik.
Fakat geçen araçların yaratacağı tehlike ve rahatsızlığı düşünerek bisikletimi ve Urimbaba’yı dinlenirken bırakarak yürüyerek çadır kurabileceğimiz daha uygun bir yer araştırmak üzere karayolu boyunca ilerledim.
500 metre kadar ileride karayoluna dik şekilde ilerleyen orman yolunu keşfedip Urimbaba’yı çağırmak üzere geri dönüp tekrar buraya gelerek çadırlarımızı kurup geceyi burada geçirdik.
[advanced_iframe src=”https://tr.wikiloc.com/wikiloc/spatialArtifacts.do?event=view&id=10083967&measures=on&title=on&near=off&images=on&maptype=H” width=”100%” height=”650″]